Erzurum Valisi Okay Memiş, 12 Mart Erzurum’un düşman işgalinden kurtuluşunun 105. yıldönümü ile İstiklal Marşı’nın kabulü ve Mehmet Akif Ersoy’u anma günü dolayısıyla bir mesaj yayınladı.
Vali Memiş, mesajında şu ifadelere yer verdi:
“1.Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi ve Sarıkamış Harekâtı sonrasında Rusya kuvvetleri, 1916 yılı ocak ayından itibaren bölgeye ilerlemeye başlamıştı. Kargapazarı ve kent çevresinde şiddetli muharebelerin ardından Ruslar, 16 Şubat 1916 tarihinde, tarih boyunca stratejik konumdaki Erzurum'u 3.kez işgal etti. Birçok cephede gücünü tüketen Osmanlı Devleti’nin, Erzurum'u savunacak takati kalmamıştı. Erzurum’da, eli silah tutan erkekler muhtelif cephelerde veya esarette idi. Kentte yaşlı, kadın ve çocuk dışında kimse de yoktu. Ağır şartlardaki esaret sürerken, 1917 yılında Çarlık rejimi çöküp, Bolşevikler ülkeyi ele geçirince, Ruslar işgal ettikleri bölgeleri boşaltarak dönmeye başladılar, terk ettikleri kışlalara ve kontrol noktalarına hızla, Doğu Anadolu’da devlet hayali kuran Ermeniler yerleştirildi. Erzurum; sahipsiz bir şekilde Ermenilere kalınca, onlar da merkez ve çevresinde soykırıma girişti. 10 Ocak 1918’de 1’inci Kafkas Kolordusu Komutanı Kâzım Karabekir, birliklerine Erzincan, Erzurum, Sarıkamış yönünde hareket emrini verdi. Ordu uykusuzluğa, açlığa, kışa aldırmadan ilerledi. Mehmetçik 13 Şubat 1918’de alevler içinde yanan Erzincan’ı, 25 Şubat’ta Aşkale’yi kurtarmış ve 26 Şubat’ta Erzurum’a doğru akmaya başlamıştı. 11 Mart’ta Ilıca kurtarıldı. Ömrünü milletine, devletine adayan ve Erzurum’u İslam Mülkünün kilidi olarak tarif eden gönül insanı Alvar İmamı (Muhammed Lütfi) Efe Hazretleri de o günlerde 70 kişilik müfrezesiyle Çat Yavi’ de Rus ve Ermeni çetelerine karşı mücadele etmiş, Dereboğazı’dan inip, Gez köyünde Kazım Karabekir’in komutasındaki orduya katılmıştı. Efe Hazretleri, babası Hacı Hüseyin Efendi’nin yanına gitmiş, O’nu Rabbine kavuşmak üzereyken bulmuştu. Hacı Hüseyin Efendi, “Erzurum bu işgalden ne zaman kurtulur?” Sözünün cevabı olarak ‘Ak’a al düştüğünde’ dediğinde, sakalının kana bulandığını görmüştü. Ve Hacı Hüseyin Efendi’yi kolları arasında Hakk’a uğurlamıştı. Onun içindir ki, Alvarlı Efe, bu mübarek şehri ‘Mevla’ya emanet’ etmişti. O yılların unutulmaması gereken diğer bir değeri de Bakü Müslüman Hayriyesi’nin kardeş Kömeği’ni (Yardımı) Erzurum’a getiren Genceli Seyidof’tur. Erzurumluların bu sıkıntılı günlerinde yanlarında olan Azerbaycan Türkü Seyidof ve arkadaşları da Çamurlu Sokak’ta Ermeniler tarafından katledilmişlerdi.
Asker ve subay mevcudunun büyük bir bölümü, bölge insanından oluşan Osmanlı 3. Ordusu’na bağlı 1. Kafkas Kolordusu, sağ kalan mazlumların imdadına yetişti. Türk vatanının Şark’taki göz bebeği Erzurum, 12 Mart 1918 tarihinde, esaret ve zulmetten kurtarıldı. Kısa zamanda bütün Doğu Anadolu Ermenilerden temizlenerek Anavatan’a katıldı.
Doğu illeri fatihi Kazım Karabekir Paşa hatıralarında; 12 Mart günü Erzurum'a girdiklerinde şehir içinde 2377 şehit defnettiklerini belirterek: "Erzurum'da halk, gözyaşları içinde, babasını, kardeşini, yakınlarını, öldürülmüş veya yakılmış halde bulmuştu. Sokaklarda canlılıktan hiçbir iz bile kalmamıştı. Erzurum yaşayan bir şehir değildi artık. Yerlerde çocuk, kadın ve yaşlılar kanlar içinde yatıyordu" diye yazmaktadır.
Erzurum'daki Rus Yarbayı Twerdo- Khelebof da anılarında, Ermenilerin yalnız son gece (11 Mart 1918) 3000 Müslüman Türk'ü binalara doldurarak yakmak suretiyle öldürdüklerinden bahsetmiştir. O gece, Erzurumlular, Tahtacılar semtinde Ezirmikli Osman Ağa ve Mürsel Paşa konaklarına doldurularak yakılmışlardı. Resmi belgelere göre Erzurum ve çevresinde 9563 Türk ahali, Taşnak Ermeni çeteleri tarafından akla hayale gelmeyecek şekilde şehit edilmişti. Erzurum, yakılmış, yıkılmış ve talan edilmiş, büyük bir harabe, zihne durgunluk verecek bir yangın yeri gibiydi. Köyler de aynı durumdaydı. Ermeni Taşnak ve Hınçak çetelerince, Aşkale, Alaca ve Cinis köylerinde, Erzurum Yanıkdere’de, Yeşilyayla ve Tepeköy’de, Pasinler Demirdöven (Tımar) köylerinde, bölgenin dört bir yanında, toplu katliamlar yapıldı. Masum, savunmasız, kadın, çocuk ve yaşlı binlerce Müslüman Türk, akla hayale gelmeyecek en vahşi yöntemlerle katledildi. Soykırım, acı bir hatıra olarak hâlâ zihinlerdedir. İşgali hücrelerine kadar yaşamış gazilerden birisi olan Tellibeyzade Hacı Faruk Efendi, o günleri anılarında şöyle anlatmıştı :“ Karskapı koğuşlarında, Kavak Mahallesi’nde sabunhanede, Hacı Ahmet Han’ında, İstasyon derelerinde vahşiyane, baltalarla öldürülmüş, bilekleri kırılmış, gözleri oyularak binlerce insanın birbiri üstüne istif olduğunu gördüm. Benim hesabıma göre on üç bin Müslüman şehit edilmiştir”.
Ermeniler, Erzurum’un Müslüman Türk ahalisine, alenen ve resmen soykırım yapmışlardı. Erzurumlu olup da şehit vermeyen hiçbir ev yoktu. Her Erzurumlunun en az bir şehit dedesi ya da ninesi vardı. Bugün ise Ermeniler mağduru oynamakta, dünya ülkeleri de onların yalanlarına kanmış durumdadır.
Tarih, Erzurum’un makûs talihinin değişmesinde ve milli hafızada unutulmaz yeri bulunan; Kazım Karabekir Paşa’nın kahramanlığını ve Ermenilerin yaptıklarını unutmayacaktır. 12 Mart, yalnız Erzurumlular için değil, insanlık için de oldukça önemli bir gündür. Çünkü insanlık dışı her türlü işkence ve katliamı gerçekleştiren Ermenile, geldikleri yere gönderilmişlerdi. Ecdadımız, Allah’a olan imanları ve vatana olan sevdaları ile bu mukaddes toprakları asırlarca korumuş, zulme ve zalime karşı kahramanca mücadele etmiştir. Yüce Türk Milletinin tarih boyunca gerçekleştirdiği Malazgirt, Otlukbeli, Çaldıran, Mercidâbık, Mohaç, Sakarya ve Büyük Taarruz zaferleri buna şahittir.
12 Mart 1918’de Türk Ordusu, bu güzel toprakları şehitlerin kanıyla sulayarak, ebediyyen düşmandan arındırmış ve Ermenilerin çirkin hayallerini de bir daha dirilmeyecek şekilde kursaklarına gömmüştür. Bu nedenle, 12 Mart 1918 günü Dadaşlar diyarı, Anadolu’nun kanatlı kapısı, Serhat şehrimiz, Doğu’nun sınır taşı Erzurum’un, esaretten hürriyete, ölümden hayata kavuştuğu gün, Dadaş’ın yeniden destan yazdığı tarihin; dirilişin, kurtuluşun adıdır.
Bu duygu ve düşüncelerle, atası ile barı ile ne kadar gurur duysak az olan can Dadaşların bu mutlu ve tarihi gününü kutluyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Türk Edebiyatı’nın büyük şairi Mehmet Akif Ersoy, var olma savaşı verilen günlerde, tarifsiz bir duygu yoğunluğu ile yazdığı marşla milletimizin gönlünde taht kurmuş, adı İstiklâl Marşı ile özdeşleşmiştir.
Akif’in, 1920 yılı sonlarında, Erkân-ı Harbiye Riyasetinin (Genel Kurmay Başkanlığı) “Milli mücadelenin manasını anlatacak, halka ve askere heyecan verecek bir marş” yazılması şeklindeki isteği üzerine Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı yarışma için, para ödülü almamak şartıyla kaleme aldığı İstiklâl Marşı, Türk Milletinin, manzum Kurtuluş Savaşı Destanı niteliğindedir.
Mehmet Akif, böyle bir destanı yazabilecek bilgi ve inanca sahip olduğu izlenimini edebiyat çevrelerince yıllar önce vermiştir. Mehmet Akif, Balkan Harbi yıllarında, halkı edebiyat yoluyla aydınlatmak için aralarında Abdülhak Hâmid, Recâîzâde Mahmud Ekrem, Süleyman Nazif, Mehmed Emin ve bir grup edebiyatçının bulunduğu Hey’et-i Tenviriyye’nin genel kâtibi idi. Sülleyman Nazif, başkan Recâîzâde Mahmud Ekrem’in, milli bir destana ihtiyaçı olduğunu ve bunu ancak, Mehmet Âkif’in yazabileceğini söylediğini nakletmişti.
Ömrünün büyük kısmı vatanın düşman işgalinden kurtuluşu ve milletin bağımsızlığı mücadelesiyle geçen Mehmet Âkif’in, sahip olduğu değerler arasında hürriyet kavramının önemli bir yeri vardır. Denebilir ki hürriyet, onun değerleri listesinin üst sıralarında yer almaktadır. Hürriyet, uğruna savaşılması gereken yüce bir değer, insan gibi yaşamanın olmazsa olmaz koşuludur. Mehmet Âkif, hür, hürriyet ve istiklâl sözcükleri ile ifade ettiği özgür yaşama biçiminin çocukluktan beri âşığıdır. Bu düşüncesini Zulmü Alkışlayamam adlı şiirinde açıkça ifade eder.
Bu şiir, Mehmet Âkif’in çocukluğundan beri özgürlüğe karşı beslediği aşırı sevginin yanında, geçmişine ve köklerine olan bağlılığın, değerbilirliğin ve vefâ duygusunun da somut bir belgesi, yere, zamana ve duruma göre davranan, menfaatleri için renkten renge giren ve bu uğurda her yolu mübah sayan tiplerin karşısında, örnek alınması gereken saygın bir duruşun resmidir.
Şair, özgürlüğe olan aşkının doğumundan itibâren başladığını söylese de milletimizin özgürlük aşkının başlangıcı çok eski çağlara uzanır. İstiklâl Marşı’nın mısralarında bu kadim tarihe ulaşmak mümkündür.
İstiklâl Marşı’ nın en güzel, en heyecanlı mısralarından biri de hürriyet kavramını ifâde eden bu dörtlüktür. Bu mısralar “hürriyet” duygusunun insanlara verdiği üstün gücü, çok kuvvetli bir şekilde ifade ediyor. Maddî engeller, zincir, duvar, dağ, deniz, insanın içindeki “hürriyet” arzusunu durduramamıştır.
Bu mısrada şair, ezelden beri sürdürdüğü özgür yaşam tarzını bene indirgemiş olsa da, ben zamirini ırk, kavim ve halk kavramlarını karşılama maksadıyla, benim ırkım, benim kavmim, benim halkım manasında çokluk yerine zikretmiş bir izlenim verir. Bu izlenim ise belleklerde Göktürk Hakanı Bilge Kağan’ın, adına dikilmiş yazıtta Türk halkına hitaben söylediği “Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe senin ilini ve töreni kim bozabilir” cümlesini anımsatır.
Şairin ve Türk Milletinin özgürlük aşkı, İstiklâl Marşı’nın son mısralarında tekrarlanır:
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey nazlı hilâl
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl
Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl!
İstiklâl Marşı’nın bu mısrası, özgürlüğün Türk halkının yaşam biçimi ve hakkı olduğunu, özgürlüğün simgesi olan ve rengini şehitlerin kanından alan ay yıldızlı bayrağa özgürce dalgalanmak yakışacağının ifadesidir. Bu mısralar, Türk halkının özgürlüğü hiçbir şeye değişmeyeceğini de ima eder. Mehmet Akif Ersoy un “Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın” sözlerine tüm benliği ile inanan, bu uğurda canlarını feda ederek, bu toprakları bize vatan yapan, ebediyete kadar Türk Yurdu olarak kalması için canlarını feda eden Aziz Şehitlerimizi ve Gazilerimizi rahmet minnet ve şükranla anıyorum.”